Attila İlhan “Yaşarken çektirdiler, şimdi doğumunu kutluyorlar”… Ben Hazım Hikmet’i kurtarma kampanyasında Paris’te etkin olarak görev yapmıştım. Nazım ağır hapis cezasını, komünizm propagandası yapmaktan değil, Türk Hükümeti’ni yıkmaya teşebbüsten yemişti. Bu mümkün olamayacak, akla bile gelmeyecek bir durum. Nazım Hikmet yaşarken ona o kadar çektirdiler şimdi de kutluyorlar. Bu bir skandaldır. “
www.Hurriyetim.com.tr |
Ataol Behramoğlu ‘şair’ Nazım Hikmet’i değerlendiriyor… – Nazım Hikmet, çağdaş Türk şiirinde en önemli devrimi gerçekleştirmiş bir şairdir. Bu devrim, şiirin teknik alanında “özgür koşuk” diye adlandırılan bir yenilikçi harekettir. Kaynağında hem Türk şiirinin 19’ncu yüzyıl sonlarındaki gelişmeleri, hem Fransız “özgür koşuk” hareketi, hem Rus modernizmi ve bütün bunların Nazım Hikmet tarafından Türk dili temelinde gerçekleştirilmiş sentezi söz konusudur. Bu aynı zamanda şiir dilinin o güne kadar kullanılmamış sözcüklerle zenginleştirilmesi, yepyeni uyum, ses ögeleri kazanmasıdır. – Nazım Hikmet, devlet yönetimi tarafından önce inkar edildi sonra birden bire ona ve şiirine sahip çıkılmaya başlandı.. – Yaratıcılığının ilk dönemlerinde de siyasi görüşleri nedeniyle, siyasal yönetimlerin tepkisini çekmekle birlikte, özellikle sanat ortamında çok popüler olmuştu. Dönemin bütün sanatçılarının, her kuşaktan yazarların ve şairlerin ilgisini ve hayranlığını kazanmış bir şairdi. O yıllarda da tutuklandığı, cezaevinde kaldığı oldu. Fakat 30’lu yıllarda gerginleşen dünya koşullarının da Türkiye’de yarattığı gerici siyasal ortamda, Nazım Hikmet bir tehdit olarak görülmeye başladı yönetici çevrelerce. Bir iftira ve tuzak niteliği taşıyan bir komplo girişim sonucunda tutuklanarak, ağır hapis cezasına mahkum edildi. O dönemlerde adının anılması bile yasaklanır duruma geldi. 1950’de af yasasından yararlanarak serbest bırakıldıktan sonra yaşamına yönelik bir başka komplo üzerine ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Yurtdışında bulunduğu yıllarda aleyhinde çok çirkin kampanyalar yapıldı. Fakat 1960 sonrası Türkiye’sinde şiirlerinin yeniden yayınlanışıyla birlikte, büyük çaptaki şair ve insan kimliğiyle yeniden ülkesinin okurlarıyla buluşmuş oldu. Bugün bir ulusal kahraman gibi algılanmaktadır. Fakat yönetici siyaset çevrelerinde Nazım Hikmet düşmanlığının tümüyle kalkmış olduğu söylenemez. Belki şöyle özetleyebiliriz, Nazım Hikmet’in hem şair, hem bir toplumal eylemci kimliğiyle nesnel olarak değerlendirilmesi için yine de bir zaman geçmesi gerekmektedir. Fakat hiç kuşkusuz 100’ncü doğum yılının Türkiye’de ve başka ülkelerde kutlanmakta oluşu dilimiz ve edebiyatımız için hem büyük bir onur hem de büyük şairimizin hak etmiş olduğu bir başarıdır. – Nazım Hikmet hala Tük vatandaşı değil, vasiyeti de yerine gelmedi. Mezarı Moskova’da… – Orada yaşamdan ayrıldı ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığından da çıkarılmış olduğu için Türkiye’ye getirilmesi sözkonusu değildi o dönemde. Ama mutlaka ülkesinde olması gerekir bu anıt mezarın. Er geç olacaktır bu. – Sizce Nazım Hikmet’in gücü nedir? Bütün yasaklamalara ve yoksaymalara karşın insanlar az ya da çok onu ve şiirlerini tanıyorlar. Özellikle son yıllarda Nazım bir efsane haline geldi. – Büyük bir şair olmak, büyük bir sanatçı olmak kolay değildir. Eğer Nazım büyük bir şair, bir dil ustası olmasaydı kişisel yaşamı ya da toplumsal düşünceleri ilgi de çekse de bu kadar karizmatik bir kişiliği olamazdı. Herşeyden önce şairliğinin etkisidir Nazım’ı bugünkü konumuna yükselten. Onun yanısıra denebilir ki ele avuca sığmaz canlı kişiliği ve özellikle de toplumsal alandaki eylemci ve düşünür kimliğiyle cesareti tüm bunların birarada oluşu, Nazım Hikmet efsanesini yaratmıştır. Ama bu efsane aynı ölçüde de gerçektir. www.Hurriyetim.com.tr |
İbrahim Balaban ‘Şair Baba’sını anlatıyor… Türk resim sanatının yaşayan büyük ustalarından biri olan İbrahim Balaban, 1937 yılının son günlerinde, henüz 16 yaşındayken cezaevine düştü. Altı ay hapis ve üç ay da para cezasına çarptırılan Balaban, para cezasını ödeyemeyince üç yıl cezaevinde kaldı. Cezasının bitmesine çok az bir zaman kala dört mahkumun saldırısına uğradı. Balaban, daha sonra hasmını öldürdüğü için yeniden cezaevine girdi. 1942 ile 45 ve 1948 ile 50 yılları arasını Bursa Cezaevi’nde geçirdi. Resme yeteneği olan ve sürekli resim yapan Balaban, Nazım Hikmet’le Bursa Cezaevi’nde tanıştı. Nazım’ın desteğiyle resim çalışmalarını sürdürdü. Balaban, kendisinden 20 yaş büyük olan ve ‘Şair Baba’ diye çağırdığı Nazım Hikmet’le geçirdiği günleri anlattı: “Nazım Hikmet, hapispaneye ilk geldiği zaman herkes onun hakkında bir şeyler söylüyordu. Bence söylenilen hiç bir şey Nazım Hikmet’i tam olarak yansıtmıyordu. Bütün mahpuslar, Nazım’ı kendilerine göre anlatıyordu. Mesela, Nazım’ın Yavuz Zırhlısı’nı kaçırırken yakalandığını söyleyenler vardı. Bazıları onu bu yüzden büyük bir kahraman olarak görüyordu. Çünkü onlar, bu kadar büyük bir gemiyi ancak Don Kişot gibi, Köroğlu gibi bir adamın kaçırabileceğini düşünüyorlardı. Mahkumların bir çoğu da Nazım Hikmet’i kötü tanıyordu. Onlara göre Nazım Hikmet komünistti ve komünizm kötü bir şeydi. Ben de Nazım’ın neden içeri düştüğünü sorduğumda komünist olduğunu söylemişlerdi. Benim için önemli değildi bu. Zaten o sıralar komünizmin ne olduğunu da bilmiyordum. Bana komünizmin kötü bir şey olduğunu söylediler. “Ayıp mıdır bunu konuşmak dedim” ayıp olduğunu söylediler. Lugatlara bakarım o zaman dedim, onlar bu sözcüğün anlamının lugatlarda da olmadığını söylediler. Bana kalırsa o dönemlerde Nazım Hikmet’in tek suçu dünyaya gelmiş olmaktı. Ne yaparsa yapsın, onu cezalandırıyorlardı. Oysa şimdi aradan bunca zaman geçtikten sonra doğumunun 100’üncü yılı kutlanıyor. NAZIM DÜNYAYA SIĞMIYORDU İnsanların o dönemde Nazım Hikmet’ten korktuğunu düşünüyorum. Korkuyorlardı, çünkü Nazım Hikmet dünyaya sığmıyordu. Yazdığı şiirler o kadar çok sevilip okunuyordu ki… Bana kalırsa bu, iktidarı rahatsız etti ve Nazım Hikmet’i içeri atmaktan başka çare bulamadılar. Herkes bu güzel adama kendince bir çamur atıyordu. “Öyleyse bu çamurun içinde 28 yıl yatsın bakalım” deniliyordu. Ben de suçsuz yere cezaevine düşmüştüm. Jandarma beni falakaya yatırıp suçu kabul ettirmişti. Öfkeden patlayacak haldeydim. Habire resim çiziyordum. Daha çok da tüfek resimleri. Jandarmalardan ve hükümetten intikam almayı düşünüyordum. Ben bunları yapıp dururken mahkumlardan biri bana cezaevine bir ressamın geldiğini, insanların yüzüne baka baka resim yaptığını söyledi. Beni o adama götürmesini istedim. “Olmaz” dedi. “Neden” diye sorunca da “Bu adam komünist. Hem, eğer seni beğenirse resmini yapar” dedi. Portresini yaptığı insanlardan kaç lira aldığını sorunca da “Para almıyor, sadece boya parası, 250 kuruş” dedi. Sonunda beni Nazım Hikmet’in yanına götürdüler. Resmimi yapmaya başladı. Aslında benim amacım resmimi yaptırmak da değildi. Bir ressamın nasıl çalıştığını görmek istiyordum. Nazım Hikmet, kalemi kaldırıp yüzüme karşı önce dikey olarak, sonra yatay olarak tutuyordu. Sonunda benim resmimi yaptı. Ben de onun nasıl çalıştığını izledim. Koğuşa dönünce de bir mahkuma “Geç bakalım Ali Dayı” dedim ve Nazım’dan gördüğüm yöntemle adamın portresini çizmeye başladım. Derken Çete Hasan diye bir mahkum geldi. “Sen ne yapıyorsun, resim yapmak için Nazım Hikmet’ten izin aldın mı” diye sordu. ” Bu hükümete karşı gelmiş adam, bir dilekçe yazarsa seni Sinop Cezaevi’ne sürerler ” dedi. Sonra bir gün berberhanedeydim. Ekmek parası kazanmak için berberlik yapıyordum. Nazım Hikmet girdi içeri. Herkes ayağa kalktı. Ben aynanın önünde oturuyordum. Arkamda dikildi “Merhaba İbrahim’ dedi. Benim resmimi yapmak istediğini söyledi. Ben “Zaten benim resmimi yaptın” deyince onu beğenmediğini bir kez daha yapmak istediğini söyledi. Yaptırmak istemedim. “Neden” diye sorunca ben de resim yaptığımı söyledim. “Yani böyle aynaya bakarak kendi resmini yapabiliyor musun” diye sordu. “Tabi” yaparım deyince “Benim resmimi de yapabilir misin” dedi. Ben de oturup onun resmini çizmeye başladım. Hiç model gibi durmazdı. Hareketliydi. Tam ben resmi çizerken kağıdı elimden kapıp bakmaya başladı. Daha bitirmediğimi söylememe karşın geri vermedi. Daha önce çizdiğim resimleri de görmek istedi. Nazım Hikmet bana akademi okuyup okumadığımı sordu. Okumadığımı söyledim. “Peki ya lise” dedi. Bu arada liseyi okumayan bir adamı Nazım Hikmet sevmez diye düşünüp korkuyordum bir yandan da. “Peki ortaokul” diye sorunca “Bizim köyde ortaokul yoktu” dedim. Ayağa kalktı, beni öyle bir kucakladı ki. İkimizin de gözlerinden yaşlar akıyordu o sırada. “Beni çıraklığa kabul ediyor musun” diye sorunca “Sen beni ustalığa kabul ediyor musun” diye cevapladı. O günden sonra da resim çalışmalarını hızlandırdık. ONDAN AYRILMAK İSTEMEDİM Bir ara benim İmralı’ya gitmem gerekti. İstemedim gitmeyi, Nazım Hikmet’ten ayrılmak istemedim. Yarım kalmış kültürümle ne yapabilirim diye düşünüyordum. Nazım bana “Bu kadar aşkla, şevkle çalışan bir delikanlı nereye giderse gitsin kendine bir usta bulur” dedi. – Sonuçta İmralı’ya gittiniz… Bu arada bir gün Hazım Hikmet gelip bana “Resim yapmayı bırak artık dedi. Bana ders vereceğini söyledi. Sosyoloji, ekonomi politik ve felsefe dersleri verdi bana. İki ay böyle sürdürdük çalışmalarımızı. Nazım anlatıyor, ben dinliyordum. Sonra bana soruyordu anlattıklarından. – Diğer mahkumlar Nazım Hikmet’e nasıl davranıyordu, tavırları nasıldı? – Nasıl bir insandı genelde? – Ressam olmanız konusunda büyük desteği var. – O sırada evliydi Piraye ile… İNTİHAR EDECEĞİM DEDİ Bir gün çok perişandı Şair Baba. Yatağına uzanmıştı. “Balaban gel buraya” dedi. Bir kutu hap vardı onları gösterdi. “İntihar edeceğim” dedi. Şaşırdım. Ağlamaya başladım. “Üç yere mektup yazacağım. Sen de bunları göndereceksin” dedi. Hazırladığı mektup da şöyleydi: “İnsanlar! Duyduk duymadık demeyin. İnsanlar! İyiyi ve güzeli, çalışkan insanları ve baskı altında tutulan aydınları savunmak için, Türkçe konuşabilmek için silahımı sıkıyorum. İnsanlar, beni kınamayın. Ne yapayım, ölümü silah gibi kullanmaktan, kendimi fişek yerine koymaktan başka. Biliyorum, kavganın en kolayıdır, ama karşı koymanın son çaresi.” Bunu bana ezberletti. Avlunun ön kısmına çıktık ben, bunu tekrar ediyordum ona. Avluda gezip dururken ben de bir takım çareler düşünüyordum. Konuşuyorduk. Bana namaz kılıp kılmadığımı sordu, sonra da oruç tutup tutmadığımı. Hayatımın bir döneminde, cezaevine gelinceye kadar tuttuğumu söyledim. “Zor mudur” diye sordu. Zor olmadığını söyledim. Anlatım ona. “Ya ne güzelmiş oruç tutmak” dedi. “Oruç tutmak!” dedi “Balaban, dur hele dur, aklıma bir şey geldi. Ben açlık grevine gireceğim. Eğer serbest bırakmazlarsa ölene kadar vazgeçmem.” Sonra bana şöyle dedi: “İyice bakacaksın, öldüğümden emin olduktan sonra yazdığım mektubu Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na ve Adalet Bakanı’na göndereceksin.” Bu arada o açlık grevindeyken resmini çizmemi de istedi. Ne kadar zamanda ne kadar zayıflayacağını görmek istiyordu. Açlık grevine başladıktan sonra onu İstanbul’a götürdüler. Ondan sonra da uzun bir süre mektuplaştık. Af oldu ve o da ben de özgürlüğümüze kavuştuk. Sonra resimlerimle beraber İstanbul’a gittim. Altı ay kadar Nazım’la kaldım. Benim tablolarımı annesinin evinin duvarlarına asıyordu. Eve gelenlere gösteriyordu. – Nazım Hikmet’in kaçtığını nasıl öğrendiniz? Nazım Hikmet gerçekten de büyük bir adamdı. Beni kültürle donattı ressamlığa yöneltti. Bir güneşti ve ben o güneşin içinden doğdum.Bence onun gibi insanlar bu dünyaya kolay kolay gelmez. www.Hurriyetim.com.tr |
Vedat Günyol Vedat Günyol anlatıyor… Onu ilk kez Erkin Zırhlısı’nda görmüştüm. Hapis cezasını çekiyordu. Geminin yargıcı Haluk Şeyhsuvaroğlu aslında onu korumak için elinden geleni yaptığını söylüyordu ama, Nazım o gemide pislik içinde yaşıyordu. Bir keresinde ambarda yarı beline kadar suyun içinde kalmış. – Kısa süren bir dostluğunuz var… Kaçmadan 15 gün önce pazar yerinde tesadüfen karşılaştık. Yeni buzdolabı almıştı Nazım. Beni yemeğe çağırdı. Buz gibi domates suyu ve külbastı yedik. Bundan 15 gün sonra da kaçtığını duydum. Önce çok üzüldüm. Ama bir yandan da sevindim. Çünkü o yaştan sonra askerlik yaptırmak istiyorlardı ona. – Sizin tanıdığınız Nazım Hikmet nasıl bir insandı? Nazım Hikmet insan olarak yaman bir www.Hurriyetim.com.tr |
Ressam Avni Arbaş Ressam Avni Arbaş anlatıyor O sırada beyazlar giymiş, uzun boylu, sarı hatta kızıl saçlı bir adam geldi. Hemen tanıdım. Daha önce resimlerini görmüştüm çünkü. Orada tanışmadık ama o onu ilk görüşümdü. Sonra aradan seneler geçti. Paris’teydim. 1958 senesiydi. Abidin Dino aradı. “Nazım geldi” dedi. “Yarın Montparnasse’da bir kafede bulaşacağız sen de gel”. Eşimle birlikte gittik. Beni gördüğünde sanki uzun süredir görmediği bir dostuymuşum gibi kucaklaştık. O sırada eşim Henriette’i Nazım’la tanıştırırken ona başımızdan geçen bir olayı anlattım. Picasso ile tanıştığımızda Henriette “Dünyada en çok tanışmak istediğim iki kişi vardı biri sizsiniz (Picasso) biri de Charlie Chaplin demişti. Henriette bunu söyledikten sonra Picasso ” Ve Nazım Hikmet” diye eklemişti. Bunu anlatınca Nazım, kalkıp Henriette’in elini öptü ve teşekkür etti. Nazım’a “Niye Henriette’e teşekkür ediyorsun” diye sorunca da ” Beni düşündüğü için” diye cevap verdi. Ben Nazım’a onu düşünenin Henriette değil Picasso olduğunu söyleyince de epey gülmüştük. “BUNLAR AVNİ ARBAŞ’IN ATLARI” Bir sergi açmıştık Paris’te. Benim orada Atlar diye bir tablom vardı. Onu çok sevdi Nazım. Moskova’ya döndüğünde bana bir mektup yazmıştı. O şiiri de yazmış. Şiirin www.Hurriyetim.com.tr |