Darülfünün Ilâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Serefeddin Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafi Islâmiye Matbaasinda basilan «Simavne Kadisi oglu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmis besinci sayfasina gelmistim. Cenevizlilere sirkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu altmis besinci sayfasinda diyordu ki:
«O zamanlarda Iyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisaninda Stilaryum – Karaburun tesmiye edilen daglik bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana çikti. Stilaryum Sakiz adasi karsisinda kâindir. Mezkûr köylü Türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadinlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevasi ve arâzi gibi seylerin kâffesinin umumun mâli müstereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.»
Stilaryumdaki âdi Türk köylüsüsün vaiz ve nasihatlarini bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin sirkâtibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakali, sari uzun merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi. Simavne Kadisi oglu Bedreddinin en büyük müridine, Börklüce Mustafaya «âdi» demesi, her iki manasinda da, beni güldürdü. Sonra birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Serefeddin Efendiyi düsündüm. Risalesinde Bedreddinin gayesinden bahsederken, «Erzak, mevâsi ve arâzi gibi seylerin umumî mali müsterek addedilmesini tavsiye eden Börklücenin kadinlari bundan istisna etmesi bizce efkâri umumiyyeye karsi ihtiyar etmis oldugu bir takiyye ve tesettürdür. Zira vahdeti mevcûda kail olan seyhinin Mustafaya bunu istisna ettirecek bir dersi hususiyet vermedigi muhakkaktir,» diyen bu tarihi kelâm müderrisini asirlarin üstüne remil atip insanlarin zamirini kesfetmekte yedi tulâ sahibi buldum. Ve Marksla Engelsten iki cümle geldi aklima: «Burjuva için karisi alelâde bir istihsal âletidir. Burjuvazi, istihsal âletlerinin içtimailestirilecegini duyunca tabiatiyle bundan içtimailestirilmenin kadinlara da tesmil edilecegi neticesini çikariyor.»
Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için düsündügünü, Darülfünün Ilâhiyat Fakültesi müderrisi de Bedreddinin kurunu vüstaî köylü sosyalizmi için neden düsünmesin? Ilâhiyat bakimindan kadin mal degil midir?
Risaleyi kapadim. Gözlerim yaniyordu amma uykum yoktu. Basucumdaki çiviye asili simendifer marka saata baktim. Ikiye geliyor. Bir cigara. Bir cigara daha. Kogusun sicak, durgun, agir kokulu bir su birikintisine benziyen havasinda dolasan sesleri dinliyorum. Benden baska yirmi sekiz insani ve terli çimentosuyla kogus uyuyor. Kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sik, daha keskin öttürüyorlardi. Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaslansalar ben kendimi karanlik bir gece batan bir gemide sanirim.
Üstümüzdeki kogustan idamlik eskiyalarin zincir sesleri geliyordu. Evraklari temyizde. Yagmurlu bir aksam karari giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini sakirdatip dolasiyorlar.
Gündüzleri arka avluya çikarildigimiz vakit kaç defa onlarin pencerelerine baktim. Üç insan. Ikisi sagdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki pencerede. Ilk yakalanip arkadaslarini ele veren bu tek basina oturanmis. En çok cigara içen de o.
Üçü de kollarini pencerelerin demirlerine doluyorlar. Olduklari yerden denizi, daglari çok iyi görebildikleri halde onlar hep asagiya, avluya, bize, insanlara bakiyorlar.
Seslerini hiç isitmedim. Bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardir. Ve hep böyle yalniz geceleri konusan zincirleri birdenbire bir sabah karanliginda susarsa, hapishane bilecek ki, disardaki sehrin en kalabalik meydaninda gögüsleri yaftali üç beyaz uzun gömlek sallanmistir.
Bir aspirin olsa. Avuçlarimin içi yaniyor. Kafamda Bedreddin ve Börklüce Mustafa. Kendimi biraz daha zorliyabilsem, basim böyle gözlerimi bulandiracak kadar agrimasa, çok uzak yillarin kiliç sakirtilari, at kisnemeleri, kirbaç sesleri, kadin ve çocuk çigliklari içinde iki isikli ümit sözü gibi Bedreddinle Mustafanin yüzlerini görebilecegim.
Gözüme, demin kapatip çimentoya biraktigim risale ilisti. Yarisi günesten solmus visne çürügü bir kapagi var. Kapakta, üstünlü esreli sülüs bir yaziyla risalenin adi bir tugra gibi yazili. Kapagin içinden sararmis sayfa yapraklarinin yirtik kenarlari çikiyor. Bu Ilâhiyat Fakültesi müderrisinin sülüs yazisindan, kamis kaleminden, dividinden ve rihindan Bedreddinimi kurtarmak lâzim, diye düsünüyorum. Aklimda Ibni Arabsahtan, Âsikpasazâdeden, Nesriden, Idrisi Bitlisiden, Dukastan ve hattâ Serefeddin Efendiden okuya okuya ezberledigim satirlar var:
«Seyh Bedreddinin tevellüdü 770 etrafinda olmak lâzim gelecegini kuvvetle tahmin etmek mümkündür.»
«Tahsilini Misirda ikmâl etmis olan Seyh Bedreddin senelerce burada kalmis ve hiç süphesiz bu muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmus idi.»
«Misirdan Edirneye avdetinde ebeveynini burada berhayat bulmus idi.»
«Kendisinin buraya vürudu peder ve validesini ziyaret maksadile olabilecegi gibi bu sehirde tasaltun etmis olan Musa Çelebinin daveti vakiasile olmak ihtimali de vardir.»
«Çelebi Sultan Mehmet kardeslerine galebe ile vaziyete hâkim olunca Seyh Bedreddini Iznikte ikamete memur eylemis idi.»
«Seyh burada itmam etmis oldugu Teshil mukaddemesinde “…Kalbimin içindeki ates tutusuyor. Ve günden güne artiyor, o surette ki kalbim demir de olsa selâbetine ragmen eriyecek…” demektedir.»
«Seyhi Iznike serdiklerinde kethüdasi Börklüce Mustafa Aydin eline vardi. Andan göçtü Karaburuna vardi.»
«Diyordu ki: “Ben senin emlâkine tasarruf edebildigim gibi sen de benim emlâkime ayni suretle tasarruf edebilirsin.” Köylü avam halki bu nevi sözlerle kendi tarafina celp ve cezb ettikten sonra hiristiyanlar ile dostluk tesisine çalisti. Çelebi Sultan Mehmedin Sarohan valisi Sisman bu sahte rahibe karsi hareket ettiyse de Stilaryumun dar geçitlerinden ileriye geçmege muvaffak olamadi.»
«Simavne kadisi oglu isitti kim Börklücenin hali terakki etti, o dahi Iznikten kaçti. Isfendiyara vardi. Isfendiyardan bir gemiye binip Eflak eline geçti. Andan gelip Agaçdenizine girdi.
«Bu esnada müsarünileyhin halifesi Mustafanin Aydin elinde avazeyi huruç ve fesat ve ilhadi Sultan Mehemmed’in kulagina vâsil oldu. Derhal Rumiyei sugra ve Amesye Padisahi olan Sehzade Sultan Muradin ismine hükmü hümayün sadir oldu ki Anadolu askerlerini cem ile mülhid Mustafanin def’ine kiyam eyliye. Ve mükemmel asker ve teçhizat ile Aydin elinde anin basina ine…»
«Mustafa, on bine yakin müfsit ve mülhid müritlerinden olan asker ile sehzadeye mükabeleye kiyam eylediler.»
«Mübalega cenk olundu.»
«Bir çok kan döküldükten sonra tevfiki ilâhi ile o leskeri ilhad maglub oldu.»
«Sag kalanlar Ayasluga getirildiler. Börklüceye tatbik olunan en müthis iskenceler bile onu fikri sabitinden çeviremedi. Mustafa bir deve üzerinde çarmiha gerildi. Kollari yekdigerinden ayri olarak bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile sehirde gezdirildi. Kendisine sadik kalan mahremani Mustafanin gözü önünde katledildi. Bunlar “Dede Sultan iris” nidalarile mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler.»
«Ahir Börklüceyi paraladilar ve on vilâyeti teftis ettiler, gideceklerin giderdiler bey kullarina timar verdiler. Bayezid Pasa yine Manisaya geldi Torlak Kemali anda buldu. Ani dahi anda asti.»
«Bu esnada Agaçdenizindeki Bedreddinin hali terakkide idi. Her taraftan birçok halk yanina toplandilar. Bilumum halkin kendisiyle birlesmesine remak kalmis idi. Bundan dolayi Sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti.
«Ve Bayezid Pasanin teklifiyle bazi kimseler Kadi Bedreddinin silki mütabaatina ve müritligine dahil oldular. Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip bagladilar…
«Sirozda Sultan Mehemmede getirdiler. Acemden henüz gelmis bir danismend var idi. Mevlâna Hayder derlerdi. Sultan Mehemmed yaninda olurdu. Mevlâna Hayder etti “seran bunun katli helâl amma mali haramdir.”
«Andan Simavne Kadisi oglunu pazara iletip bir dükkân önünde berdar ettiler. Bir nice günden sonra cünüb müritlerinden birkaçi gelip ani andan aldilar. Simdi dahi ol diyarda müritleri vardir.»
Basim çatliyacak gibi. Saate baktim. Durmus. Yukardakilerin zincir sakirtilari biraz yavasladi. Yalniz birisi dolasiyor. Herhalde o tek basina soldaki pencerede oturandir.
Içimde bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyaci var. Bana öyle geliyor ki, simdi yolparacilar kogusundan yine o yayla türküsünü söylemege baslasalar basimin agrisi bir anda diniverecektir.
Bir cigara daha yaktim. Egildim. Çimentonun üstünden Mehemmed Serefeddin Efendinin risalesini aldim. Disarda rüzgâr çikti. Penceremizin altindaki deniz, zincir ve düdük seslerini kapatarak homurdaniyor. Penceremizin alti kayalik olacak.
Kaç defa oraya, denizle duvarimizin birlestigi yere bakmak istedik. Fakat imkâni yok. Pencerenin demir çubuklari çok dar. Insan basini disari çikaramiyor. Ve biz burada denizi ancak ufuk halinde görebiliyoruz.
Benim yatagimin yaninda tornaci Sefigin yatagi vardi. Sefik bir seyler mirildanarak uykusunda döndü. Karisinin gönderdigi gelinlik yorgani kaydi. Örttüm.
Ilâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisinin altmis besinci sayfasini açtim yine.. Cenevizlilerin sirkâtibinden bir iki satir ancak okumustum ki basimin agrilari içinde kulagima bir ses geldi. Bu ses:
— Gürültü etmeksizin denizin dalgalarini asarak senin yaninda bulunuyorum, diyordu.
Döndüm. Denizin üstündeki pencerenin arkasinda birisi var. Konusan o:
«— Cenevizlilerin sirkâtibi Dukasin yazdiklarini unuttun mu? Sakiz adasinda Turlut tesmiye olunan manastirda ikamet eden Giritli bir kesisten bahsettigini hatirlamiyor musun? Ben, yani Börklüce Mustafanin “dervislerinden biri” bu Giritli kesise de böyle bas açik, ayaklarim çiplak ve yekpare bir libasa bürünmüs olarak denizin dalgalarini asip gelmez miydim?»
Pencerenin demirleri disinda hiçbir yere tutunmasina imkân olmadan böyle boylu boyunca durup bu sözleri söyleyene baktim. Gerçekten de dedigi gibiydi. Yekpare libasi akti.
Simdi, yillarca sonra, ben bu satirlari yazarken Ilâhiyat Fakültesi müderrisini düsünüyorum. Serefeddin Efendi öldü mü, sag mi, bilmiyorum. Fakat eger sagsa ve bu yazdiklarimi okursa benim için: «Gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan oldugunu iddia eder, hem de Giritli kesis gibi, üstüne üstlük aradan asirlar geçmis iken, Börklücenin denizleri sessizce asan müridiyle konustugundan dem vurur.»
Tarihi kelâm üstadinin bu sözleri söyledikten sonra atacagi ilâhi kahkakayi da duyar gibi oluyorum.
Fakat zarar yok. Hazret kahkahasini atadursun. Ben macerami anlatayim.
Basimin agrisi birdenbire dindi. Yataktan çiktim. Penceredekine dogru yürüdüm. Elimden tuttu. Benden baska yirmi sekiz insani ve terli çimentosuyla uyuyan kogusu biraktik. Birdenbire kendimi o bir türlü göremedigimiz, denizle duvarimizin birlestigi yerde, kayalarin üstünde buldum. Börklücenin müridiyle yan yana karanlik denizin dalgalarini sessizce asarak yillarin arkasina, asirlarca geriye, sultan Giyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni Yezidülkirisçi, yahut sadece Çelebi Sultan Mehmet devrine gittik.
Ve iste size anlatmak istedigim macera bu yolculuktur. Bu yolculukta gördügüm ses, renk, hareket, sekil manzaralarini parça parça ve çogunu — eski bir itiyat yüzünden —- bir çesit uzunlu kisali satirlar ve arasira kafiyelerle tesbit etmege çalisacagim. Söyle ki:
1.
Sedirde al yesil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyali çiniler,
gümüs ibriklerde sarap,
bakir lengerlerde kizarmis kuzular nar idi.
Öz kardesi Musayi ok kirisiyle bogup
yani bir altin legende kardes kaniyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çikmis hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kisirlik çigligi, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alin teri timar idi.
Kirik testiler susuz
su basarinda biyik buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksiz insanin
ve insansiz topragin feryadini duyar idi.
Ve yollarin sonu kale kapisinda kiliçlar sakirdar
köpüklü atlar kisner iken
çarsida her lonca kesmis kendi pirinden ümidi
tarumar idi.
Velhasil hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
ahüzar idi.
2.
Bu göl Iznik gölüdür.
Durgundur.
Karanliktir.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir daglarin.
Bizim burada göller
dumanlidirlar.
Baliklarinin eti yavan olur,
sazliklarindan isitma gelir,
ve göl insani
sakalina ak düsmeden ölür.
Bu göl Iznik gölüdür.
Yaninda Iznik kasabasi.
Iznik kasabasinda
kirik bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtir.
Kurutulmus baliga benzer kadinlarin memesi.
Ve delikanlilar türkü söylemez.
Bu kasaba Iznik kasabasi.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardir Bedreddin adinda.
Boyu küçük
sakali büyük
sakali ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sari parmaklari saz gibi.
Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmus.
Hatti talik ile yaziyor
«Teshil»i.
Karsisinda diz çökmüsler
ve karsidan
bir daga bakar gibi bakiyorlar ona.
Bakiyor:
Basi tirasli
kalin kasli
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakiyor:
kartal gagali Torlak Kemâl..
Bakmaktan bikip usanmayip
bakmaga doymiyarak
Iznik sürgünü Bedreddine bakiyorlar..
3.
Kiyida çiplak ayakli bir kadin aglamaktadir.
Ve gölde ipi kopmus
bos bir balikçi kayigi
bir kus ölüsü gibi
suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdügü yere,
gidiyor parçalanmak için karsi daglara.
Iznik gölünde aksam oldu.
Dag baslarinin kalin sesli sipahileri
günesin boynunu vurup
kanini göle akittilar.
Kiyida çiplak ayakli bir kadin aglamaktadir,
bir sazan baligi yüzünden
kaleye zincirlenen balikçinin kadini.
Iznik gölünde aksam oldu.
Bedreddin egildi suya
avuçlayip dogruldu.
Ve sular
parmaklarindan dökülüp
tekrar göle dönerken
dedi kendi kendine:
«— O âtes ki kalbimin içindedir
tutusmustur
günden güne artiyor.
Dövülmüs demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüregim…
Ben gayri zuhur ve huruç edecegim!
Toprak adamlari topragi fethe gidecegiz.
Ve kuvveti ilmi, sirri tevhidi gerçeklendirip
biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarini
iptâl edecegiz…»
- Ertesi gün
gölde kayik parçalanir
kalede bir bas kesilir
kiyida bir kadin aglar
ve yazarken
Simavneli «Teshil»ini
Torlak Kemâlle Mustafa
öptüler
seyhlerinin elini.
Al atlarin kolanini siktilar.
Ve Iznik kapisindan
dizlerinde çirilçiplak bir kiliç
heybelerinde el yazma bir kitapla çiktilar…
Kitaplarinin adi:
«Varidat»di.
4.
Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarina binerek biri Aydin, biri Manisa taraflarina gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine dogru yola çiktim ve bir gün Haymana ovasina ulastigimizda
Duyduk ki Mustafa huruç eylemis
Aydin elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelâmini söylemis
köylünün huzurunda.
Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
piri pâk olsun diye,
on bes yasinda bir civan teni gibi, topragin eti,
agalar topyekün kiliçtan geçirilip
verilmis ortaya hünkâr beylerinin timari zeameti.»
Duyduk ki…
Bu isler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasinda bir garip kus öterken,
siska bir sögüt altinda zeytin danesi yedik.
«Varalim,
dedik.
Görelim,
dedik.
Yapisip
sapanin
sapina
sol kardes topragini biz de bir yol
sürelim, dedik.»
Düstük daglara daglara,
astik daglari daglari…
Dostlar,
ben yolculuk etmem bir basima.
Bir ikindi vakti can yoldasima
dedim ki: geldik.
Dedim ki: bak
basladi karsimizda bir çocuk gibi gülmege
bir adim geride aglayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor tasiyor kehribar salkimlari.
Saz sepetlerde oyniyan baliklari gör:
islak derileri pul pul, isil isildir
ve körpe kuzu eti gibi aktir
yumusaktir etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, günes gibi, deniz gibi
bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, günes ve toprak..
5.
Arkamizda hünkârin ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarini birakip Börklücenin diyarina girdigimizde bizi ilk karsilayan üç delikanli oldu. Üçü de yanimdaki rehberim gibi yekpâre ak libasliydilar. Birisinin kivircik, abanoz gibi siyah bir sakali ve ayni renkte ihtirasli gözleri, kemerli büyük bir burnu vardi. Vaktiyle Musanin dinindenmis. Simdi Börklüce yigitlerinden.
Ikincisinin çenesi kivrik ve burnu dümdüzdü. Sakizli Rum bir gemiciymis. O da Börklüce müritlerinden.
Üçüncüsü orta boylu, genis omuzlu. Simdi düsünüyorum da, onu, yolparacilar kogusunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalniz Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydinliymis.
Ilk sözü söyliyen Aydinli oldu:
— Dost musunuz düsman mi? dedi. Dost iseniz hosgeldiniz. Düsman iseniz boynunuz kildan incedir.
— Dostuz, dedik.
Ve o zaman ögrendik ki, Sarohan valisi Sismanin ordusunu, yani topraklari tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, daglik geçitlerinde tepelemislerdir.
Yine, o yolparacilar kogusunda yatan Hüseyin’e benziyeni dedi ki:
— Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardes soframizda bu yil incirler böyle balli, basaklar böyle agir ve zeytinler böyle yagli iseler, biz onlari, sirma cepken giyer haramilerin kaniyla suladik da ondandir.
Müjde büyüktü. Rehberim:
— Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.
Yanimiza Sakizli Rum gemici Anastasi da alip ve ancak esigine bastigimiz kardes topragini birakarak tekrar Âl Osman ogullarinin karanligina daldik.
Bedreddini Iznikte, göl kiyisinda bulduk. Vakit sabahti. Hava islak ve kederliydi.
Bedreddin.
— Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.
Gece Iznikten çiktik. Pesimizi atlilar kovaliyordu. Karanlik, onlarla aramizda duvar gibiydi. Ve bu duvarin arkasindan nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin ati benim al atimla Anastasinki arasindaydi. Biz üç anaydik. Bedreddin çocugumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamiz. Karanligin duvari ardindaki nal sesleri yaklasir gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.
Gün isiginda gizlenip, geceleri yol alarak Isfendiyara ulastik. Oradan bir gemiye bindik.
6.
Bir gece bir denizde yalniz yildizlar
ve bir yelkenli vardi.
Bir gece bir denizde bir yelkenli
yapyalnizdi yildizlarla.
Yildizlar sayisizdi.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlikti
ve göz alabildigine dümdüzdü.
Sari Anastasla Adali Bekir
hamladaydilar.
Koç Salihle ben
pruvada.
Ve Bedreddin
parmaklari sakalina gömülü
dinliyordu küreklerin sipirtisini.
Ben:
— Ya! Bedreddin! dedim,
uyukliyan yelkenlerin tepesinde
yildizlardan baska bir sey görmüyoruz.
Fisiltilar dolasmiyor havalarda.
Ve denizin içinden
gürültüler duymuyoruz.
Sade bir dilsiz, karanlik su,
sade onun uykusu.
Ak sakali boyundan büyük küçük ihtiyar
güldü,
dedi:
— Sen bakma havanin durgunluguna
derya dedigin uyur uyur uyanir.
Bir gece bir denizde yalniz yildizlar
ve bir yelkenli vardi.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi
gidiyordu Deliormana
Agaçdenizine…
7.
Bu orman ki Deliormandir gelip durmusuz
demek Agaçdenizinde çadir kurmusuz.
«Malûm niçin geldik,
malûm derdi derunumuz» diye
her daldan her köye bir sahin uçurmusuz.
Her sahin pesine yüz aslan takip gelmis.
Köylü, bey ekinini, çirak çarsiyi yakip
reaya zinciri birakip gelmis.
Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
kol kol Agaçdenizine akip gelmis…
Bir kizilca kiyamet!
Karismis birbirine
at, insan, mizrak, demir, yaprak, deri,
gürgenlerin dallari, meselerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüslügü vardir,
ne böyle bir ugultu duymuslugu var
Deliorman deli olali beri….
8.
Anastasi Deliormanda Bedreddinin ordugâhinda birakip ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmus. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karsi kiyiya vardik. Lâkin bizi bir balik gibi çevik yapan sey bir kadin yüzünü ay isiginda seyretmek ihtirasi degil, Izmir yoluyla Karaburuna, bu sefer seyhinden Mustafaya haber ulastirmak isiydi.
Izmire yakin bir kervansaraya vardigimizda, padisahin on iki yasindaki oglunun elinden tutan Bayezid Pasanin Anadolu askerlerini topladigini duyduk.
Izmirde çok oyalanmadik. Sehirden çikip Aydin yolunu tutmustuk ki bir bag içinde, bir ceviz agaci altinda, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmis dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladik. Her birinin üstünde baska çesit libas vardi. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldik. Kavuklulardan birisi Nesrî imis. Dedi ki:
— Halki ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Pasa’yi gönderir.
Kavuklulardan ikincisi Sükrüllah bin Sihâbiddin imis. Dedi ki:
— Bu sofinin basina birçok kimseler toplandi. Ve bunlarin dahi ser’i Muhammediye muhalif nice isleri âsikâr oldu.
Kavuklulardan üçüncüsü Âsikpasazâde imis. Dedi ki:
– Sual: Ahir Börklüce paralanirsa imanla mi gidecek, imansiz mi?
– Cevap: Allah bilir anin çünkim biz anin mevti halini bilmezüz..
Fesli olan çelebi Ilâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze bakti. Gözlerini kirpistirarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir sey demedi.
Biz hemen atlarimizi mahmuzladik. Ve bir bag içinde, bir ceviz agaci altinda, bir kuyuya saldiklari karpuzlari serinletip sohbet edenleri nallarimizin tozlari arkasinda birakarak Aydina, Karaburuna, Börklücenin yanina vardik.
9.
Sicakti.
Sicak.
Sapi kanli, demiri kör bir biçakti
sicak.
Sicakti.
Bulutlar doluydular,
bulutlar bosanacak
bosanacakti.
O, kimildanmadan bakti,
kayalardan
iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumusak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadin:
TOPRAK
nerdeyse doguracak
doguracakti.
Sicakti.
Bakti Karaburun daglarindan O
bakti bu topragin sonundaki ufka
çatarak kaslarini :
Kirlarda çocuk baslarini
Kanli gelincikler gibi koparip
çirilçiplak çigliklari sürükleyip pesinde
bes tuglu bir yangin geliyordu karsidan ufku sarip.
Bu gelen
Sehzade Muratti.
Hükmü hümâyun sâdir olmustu ki Sehzade Muradin
ismine
Aydin eline varip
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanin basina ine.
Sicakti.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa bakti,
bakti köylü Mustafa.
Bakti korkmadan
kizmadan
gülmeden.
Bakti dimdik
dosdogru.
Bakti O.
En yumusak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadin :
TOPRAK
nerdeyse doguracak
doguracakti.
Bakti.
Bedreddin yigitleri kayalardan ufka baktilar.
Gitgide yaklasiyordu bu topragin sonu
fermanli bir ölüm kusunun kanatlariyla.
Oysaki onlar bu topragi,
bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, nari,
tüyleri baldan sari,
sütleri baldan koyu davarlari,
ince belli, aslan yeleli atlariyla
duvarsiz ve sinirsiz
bir kardes sofrasi gibi açmistilar.
Sicakti.
Bakti.
Bedreddin yigitleri baktilar ufka…
- En yumusak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadin :
TOPRAK
nerdeyse doguracak
doguracakti.
Sicakti.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatli bir söz gibi ilk damla düsecekti yere.
Birden-
– bire
kayalardan dökülür
gökten yagar
yerden biter gibi,
bu topragin verdigi en son eser gibi
Bedreddin yigitleri sehzade ordusunun karsisina
çiktilar.
Dikissiz ak libasli
bas açik
yalnayak ve yalin kiliçtilar.
Mübalâga cenk olundu.
Aydinin Türk köylüleri,
Sakizli Rum gemiciler,
Yahudi esnaflari,
on bin mülhid yoldasi Börklüce Mustafanin
düsman ormanina on bin balta gibi daldi.
Bayraklari al, yesil,
kalkanlari kakma, tolgasi tunç
saflar
pâre pâre edildi ama,
bosanan yagmur içinde gün inerken aksama
on binler iki bin kaldi.
Hep bir agizdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek agi,
demiri oya gibi isleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek topragi,
balli incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanagindan gayri her seyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini..
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikissiz, ak gömleginde sildiler
kiliçlarinin kanini.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardes elleriyle islenen toprak
Edirne sarayinda damizlanmis atlarin
esildi nallariyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik sartlarin
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dedigin nesnenin önünde kafamla egilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarinda dilim dilim kirbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çiplak ayaklariyla yüregime basarak
geçer Aydin ellerinden Karaburun maglûplari..*
(*) Simdi ben bu satirlari yazarken, «Vay, kafasiyla yüregini ayiriyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik sartlari kafam kabul eder amma, yüregim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakin…» gibi laflar edecek olan bazi “sol” geçinen delikanlilari düsünüyorum. Tipki yazimin ta basinda tarihi kelâm müderrisini düsünüp kahkahasini duydugum gibi.
Ve simdi eger böyle bir istidrad yapiyorsam bu o çesit delikanlilar için degil, Marksizmi yeni okumaya baslamis, sol züppeliginden uzak olanlar içindir.
Bir doktorun verem bir çocugu olsa, doktor, çocugunun ölecegini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocugunun arkasindan bir damlacik gözyasi dökmez mi ?
Paris Komunasinin devrilecegini, bu devrilisin bütün tarihî, sosyal, ekonomik sartlarini önceden bilen Marksin yüreginden Komunanin büyük ölüleri «bir istirap sarkisi» gibi geçmemisler midir? Ve Komuna öldü, yasasin komuna! diye bagiranlarin sesinde bir damla olsun acilik yok muydu?
Marksist, bir «makina – adam», bir ROBOTA degil, etiyle, kaniyla sinir ve kafasi ve yüregiyle tarihî, sosyal, konkre bir insandir.
10.
Karanlikta durdular.
Sözü O aldi, dedi:
«— Ayaslug, sehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
yine kimin boynun vurdular?»
Yagmur
yagiyordu boyuna.
Sözü onlar alip
dediler ona:
«— Daha pazar
kurulmadi
kurulacak.
Esen rüzgâr
durulmadi
durulacak.
Boynu daha
vurulmadi
vurulacak.»
Karanlik islanirken perde perde
belirdim onlarin oldugu yerde
sözü ben aldim, dedim :
«— Ayaslug sehrinin kapisi nerde?
Göster geçeyim!
Kalesi var mi?
Söyle yikayim.
Baç alirlar mi?
De ki vermeyim!»
Sözü O aldi, dedi:
«—Ayaslug sehrinin kapisi dardir.
Girip çikilmaz.
Kalesi vardir,
kolay yikilmaz.
Var git al atli yigit
var git isine!..»
Dedim: «— Girip çikarim!»
Dedim: «-—Yakip yikarim!»
Dedi: «—Yagis kesildi
gün agariyor.
Cellât Ali,
Mustafayi
çagiriyor!
Var git al atli yigit
var git isine!..»
Dedim: «— Dostlar
birakin beni
birakin beni.
Dostlar
göreyim onu
göreyim onu!
Sanmayiniz
dayanamam.
Sanmayiniz
yandigimi
el âleme belli etmeden yanamam!
Dostlar
“Olmaz!” demeyin,
“Olmaz!” demeyin bosuna.
Sapindan kopacak armut degil bu
armut degil bu,
yarali olsa da düsmez dalindan;
bu yürek
bu yürek benzemez serçe kusuna
serçe kusuna!
Dostlar
biliyorum!
Dostlar
biliyorum nerde, ne haldedir O!
Biliyorum
gitti gelmez bir daha!
Biliyorum
bir deve hörgücünde
kaniyan bir çarmiha
çirilçiplak bedeni
mihlidir kollarindan.
Dostlar
birakin beni,
birakin beni.
Dostlar
bir varayim göreyim
göreyim
Bedreddin kullarindan
Börklüce Mustafayi
Mustafayi.»
- Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmihi
cellât, kütük ve satir
her sey hazir
her sey tamam.
Kizil sirma islemeli bir hasa
altin üzengiler
kir bir at.
Atin üstünde kalin kasli bir çocuk
Amasya padisahi sehzade sultan Murat.
Ve yaninda onun
bilmem kaçinci tuguna ettigim Bayezid Pasa!
Satiri çaldi cellât.
Çiplak boyunlar yarildi nar gibi,
yesil bir daldan düsen elmalar gibi
birbiri ardina düstü baslar.
Ve her bas düserken yere
çarmihindan Mustafa
bakti son defa.
Ve her yere düsen basin
kili depremedi:
—Iris
Dede Sultanim iris!
dedi bir,
baska bir söz demedi..
11.
Bayezid Pasa Manisaya gelmis, Torlak Kemâli anda bulup ani dahi anda asmis, on vilâyet teftis edilerek gidecekler giderilmis ve on vilâyet betekrar bey kullarina timar verilmisti.
Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolasiyor ve zaman zaman acayip çigliklar atarak karanlik derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanlari kurumamis körpe kadin ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardi. Yollarda, günesin altinda, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili oldugu halde, kuslarin yalniz kadin ve çocuk etini tercih etmeleri karinlarinin ne kadar tok oldugunu gösteriyordu.
Yollarda hünkâr beylerinin alaylarina rastliyorduk.
Hünkârin bey kullari; çürümüs bir bag havasi gibi agir ve büyük bir güçlükle kimildanabilen rüzgârlarin içinden ve parçalanmis topragin üstünden geçerek, rengârenk tuglari, davullariyla ve çengü çigane ile timarlarina dönüp yerlesirlerken biz on vilâyeti arkada biraktik. Gelibolu karsidan göründü. Rehberime:
— Takatim kalmadi gayri, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün degil.
Bir kayik bulduk.
Deniz dalgaliydi. Kayikçiya baktim. Bir Almanca kitabin iç kapagindan koparip kogusta basucuma astigim resme benziyor. Kalin biyigi abanoz gibi siyah, sakali genis ve bembeyaz. Ömrümde böyle açik, böyle konusan bir alin görmemisimdir.
Bogazin orta yerine gelmistik, deniz durmamacasina akiyor, kursun boyali havanin içinde sular köpüklenerek kayigimizin altindan kayiyordu ki kogustaki resme benziyen kayikçimiz:
— Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çirak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir ziddiyette birbirine karsi gögüs gererek bazen el altindan, bazen açiktan açiga fasilasiz bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.
12.
Rumeline ayak bastigimizda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayi kaldirarak Sereze geldigini duyduk. Bir an önce Deliormana ulasmak için gece gündüz yol almaga basladik.
Bir gece yol kenarinda oturmus dinleniyorduk ki, karsidan Deliorman taraflarindan gelip Serez sehrine dogru giden üç atli, doludizgin önümüzden geçti. Atlilardan birinin terkisinde bir heybe gibi baglanmis, insana benzer bir karalti görmüstüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:
Ben tanirim bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanli simsiyah atlar
karanlik yolun üstünden dörtnala geçip
hep böyle terkilerinde bagli esirler götürdüler.
Ben tanirim bu nal seslerini.
Onlar
bir sabah
çadirlarimiza bir dost türküsü gibi gelmislerdir.
Bölüsmüsüzdür ekmegimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
yürek öyle umutlu,
göz çocuklasmis
ve hakîm dostumuz SÜPHE uykuda…
Ben tanirim bu nal seslerini.
Onlar
bir gece
çadirlarimizdan doludizgin uzaklasirlar.
Nöbetçiyi sirtindan biçaklamislardir
ve terkilerinde
en degerlimizin
arkadan baglanmis kollari vardir.
Ben tanirim bu nal seslerini
onlari Deliorman da tanir..
Filhakika bu nal seslerini Deliormanin da tanidigini çok geçmeden ögrendik. Çünkü ormanimizin eteklerine ilk adimimizi atmistik ki, Bayezid Pasanin diger tedbirati saibe ile ormana adamlar biraktigini, bunlarin karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritligine dahil olduklarini ve bir gece seyhimizi çadirinda uykuda bastirip kaçirdiklarini duyduk. Yani yol kenarinda rastladigimiz üç atli Osmanli tarihindeki provokatörlerin agababasi idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi.
13.
Rumeli, Serez
ve bir eski terkibi izafi:
HUZÛRU HÜMAYUN.
Ortada
yere sapli bir kiliç gibi dimdik
bizim ihtiyar.
Karsida hünkâr.
Bakistilar.
Hünkâr istedi ki:
bu müsahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da seriat eylesin ibrazi hüner
âdâb ü erkâniyle halledilsin is.
Hazir bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmis
bir ulu danismend kisi
kinali sakalini ilhami ilâhiye egip,
«Mali haramdir amma bunun
kani helâldir» deyip
halletti isi…
Dönüldü Bedreddine.
Denildi: «Sen de konus.»
Denildi: «Ver hesabini ilhadinin.»
Bedreddin
bakti kemerlerden disari.
Disarda günes var.
Yesermis avluda bir agacin dallari
ve bir akarsuyla oyulmaktadir taslar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydinlandi içi gözlerinin,
dedi:
— Mademki bu kerre maglubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayri uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bagrina mührümüzü..
14.
Yagmur çiseliyor,
korkarak
yavas sesle
bir ihanet konusmasi gibi.
Yagmur çiseliyor,
beyaz ve çiplak mürted ayaklarinin
islak ve karanlik topragin üstünde kosmasi gibi.
Yagmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarsisinda,
bir bakirci dükkâninin karsisinda
Bedreddinim bir agaca asili.
Yagmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yildizsiz bir saatidir.
Ve yagmurda islanan
yapraksiz bir dalda sallanan seyhimin
çirilçiplak etidir.
Yagmur çiseliyor.
Serez çarsisi dilsiz,
Serez çarsisi kör.
Havada konusmamanin, görmemenin kahrolasi hüznü
Ve Serez çarsisi kapatmis elleriyle yüzünü.
Yagmur çiseliyor.
TORNACI SEFIGIN GÖMLEGI
Yagmur çiseliyordu. Disarda, demir parmakliklarin arkasindaki deniz ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmustu. Bugün bile gayet iyi hatirliyorum. Ilkönce omuzumda bir elin dokunusunu duymustum. Dönüp baktim. Tornaci Sefik. Içleri isil isil, kapkara gözlerini yüzüme dikmis:
— Bu gece uyumadin galiba, diyor.
Artik yukardan eskiyalarin zincir sesleri gelmiyordu. Ortalik agarinca onlar uykuya varmis olmalilar. Gün isiginda nöbetçilerin düdük sesleri de manalarini kaybediyor. Boyalari siliniyor ve ancak karanlikta belli olan sert çizgileri yumusuyor.
Kogusun kapisi disardan açildi. Içerde çocuklar teker teker uyaniyorlar.
Sefik soruyor:
— Ne oldun, bir tuhaf halin var senin?
Sefige geceki macerami anlatiyorum:
— Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm. Nah su pencerenin arkasina geldi. Yekpare ak bir gömlegi vardi. Elimden tuttu. Bütün bir yolculugu yan yana, daha dogrusu onun rehberligiyle yaptim..
Tornaci Sefik gülüyor. Bana pencereyi göstererek:
— Sen, diyor, yolculugu Mustafanin müridiyle degil, benim gömlegimle yapmissin. Bak, dün gece asmistim. Hâlâ pencerede..
Ben de gülüyorum. Simavne Kadisi oglu Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden tornaci Sefigin gömlegini demirlerin üstünden aliyorum. Sefik gömlegini sirtina geçiriyor. Bütün kogus arkadaslari «yolculugumu» ögrendiler. Ahmed:
— Bunu yaz iste, diyor. Bir «Bedreddin destani» isteriz. Hem sana ben de bir hikâye anlatayim onu da kitabin sonuna koyarsin…
Ahmedin anlattigi hikâyeyi iste kitabimin sonuna koyuyorum.
AHMEDIN HIKÂYESI
Balkan harbinden önceydi. Dokuz yasindaydim. Dedemle, Rumelinde, bir köylüye misafir olduk. Köylü mavi gözlü ve bakir sakalliydi. Bol kirmizi biberli tarhana içtik. Kisti, Rumelinin kuru, çok bilenmis bir biçak gibi keskin kislarindan biri.
Köyün adini hatirliyamiyorum. Yalniz, yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün insanlarini dünyanin en inatçi, en vergi vermez, en dik kafali köylüleri diye anlattiydi.
Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne gâvurdular. Belki kizilbastilar. Ama, tam da kizilbas degil.
Köye girisimiz hâlâ aklimdadir. Günes batti batacak. Yol don tutmus. Yolda cam parçalari gibi pirildiyan kaskati su birikintilerinde kiziltilar.
Köyün karanliga karismiya basliyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karsiladi. Iri, alacakaranlik içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek. Havliyordu.
Arabacimiz dizginleri kasti. Köpek atlarin gögüslerine dogru siçrayip saldiriyor.
Ben, «Ne oluyoruz?» diye basimi arabacinin arkasindan disari uzattim. Arabacinin kirbaci tutan kolu dirsegiyle yüzüme çarparak kalkti ve yilan isligi gibi ince bir saklamayla köpegin basina indi. Tam bu sirada kalin bir ses duydum:
– Hey. Vurdugunu köylü, kendini kaymakam mi sandin?
Dedem arabadan indi. Köpegin kalin sesli sahibine «merhaba» dedi. Konustular. Sonra köpegin bakir sakalli, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti.
Kulagimda çocuklugumdan kalan birçok konusmalar vardir. Bunlardan çogunun mânasini büyüdükçe anlamis, kimisine sasmis, kimisine gülmüs, kimisine kizmisimdir. Fakat çocukken yanimda büyüklerin yaptigi hiçbir konusma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konusmalari gibi bütün hayatimin boyunca müessir olmamistir.
Dedemin yumusak, çelebice bir sesi vardi. Ötekisi kalin, hirçin ve inanmis bir sesle konusuyordu.
Onun kalin sesi diyordu ki:
— Hünkârin iradesi ve Iranli Molla Haydarin fetvasiyla Serezde, çarsida, yapraksiz bir agaç dalina asilan Bedreddinin çirilçiplak ölüsü iki yana agir agir sallaniyordu. Geceydi. Çarsinin kösesinden üç adam belirdi. Birisinin yedeginde kir bir at vardi. Egersiz bir at. Bedreddinin asildigi agacin altina geldiler. Soldaki pabuçlarini çikardi. Agaca tirmandi. Asagida kalanlar kollarini açip beklediler. Agaca çikan adam Bedreddinin uzun ak sakali altindan ince boynuna bir yilan çevikligiyle sarilmis olan islak, sabunlu ipin dügümünü kesmege basladi. Biçagin ucu birdenbire ipten kaydi ve ölünün uzamis boynuna saplandi. Kan çikmadi. Ipi kesmekte olan delikanli sapsari oldu. Sonra egildi, yarayi öptü, dogruldu. Biçagi atti ve yarisindan çogu kesilen dügümü elleriyle açarak uyuyan oglunu anasinin kollarina birakan bir baba gibi Bedreddinin ölüsünü asagida bekliyenlerin kollarina teslim etti. Onlar çiplak ölüyü çiplak atin üstüne koydular. Agaca çikan asagi indi. En gençleri oydu. Çiplak ölüyü tasiyan çiplak ati yedeginde çekerek bizim köye geldi. Ölüyü yamacin tepesinde kara agacin altina gömdü. Ama sonra hünkâr atlilari köyü bastilar. Atlilar gidince delikanli, ölüyü kara agacin altindan çikardi. Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.
Dedem soruyor:
— Bunun böyle olduguna emin misin?
— Elbette. Bunu bana anamin babasi anlatti. Ona da dedesi söylemis. Onun dedesine de dedesi. Bu böyle gider…
Odada bizden baska sekiz on köylü daha var. Ocagin kizila boyadigi alaca aydinlik dairenin kiyilarinda oturuyorlar. Arasira bir ikisi kimildaniyor ve bu alaca aydinlik dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir parçasi, omuzlarindan bir tanesi kirmizilasiyor.
Bakir sakallinin sesini duyuyorum:
— O gelecek yine. Çirilçiplak agaca asilan çirilçiplak gelecek yine.
Dedem gülüyor:
— Sizin bu itikadiniz, diyor, hiristiyanlarin itikadina benziyor. Onlar da, Isa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hattâ müslümanlarin içinde bile Isa peygamberin günün birinde Sami serifte gözükecegine inananlar vardir.
Dedemin bu sözlerine, O, birden karsilik vermiyor. Kalin parmakli elleriyle dizlerini tuta tuta, dogruluyor. Simdi bütün gövdesiyle kirmizi dairenin içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu var. Kavga eder gibi konusuyor:
— Isa peygamberin ölüsü etiyle, kemigiyle, sakaliyla dirilecekmis. Bu yalandir. Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsiz, biyiksiz, gözün bakisi, dilin sözü, gögsün solugu gibi dirilecek. Bunu bilirim iste.. Biz Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kiyamete inanmayiz ki, dagilan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanip dirilecegine inanalim. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakisi, solugu bizim aramizdan çikip gelecektir, diyoruz.
Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin gelecegine inandi mi, inanmadi mi, bilmiyorum. Ben, dokuz yasimda buna inandim, otuz bu kadar yasimda yine inaniyorum.
SIMAVNE KADISI OGLU
SEYH BEDREDDIN DESTANI’NA ZEYL
MILLÎ GURUR
«SIMAVNE KADISI OGLU BEDREDDIN DESTANI» risalemin dördüncü formasinin makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptiktan sonra eve gelmis, bu destani yazmak için kullandigim notlari, bir hapishanede geceleri doldurulmus hatira defterimi gözden geçiriyordum.
Artik son formasi da baski makinasi altinda gidip gelmege basliyan risaleme bir kelime bile ilâve edemiyecegimi biliyordum. Fakat bana bir seyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satir yazi yazdim; fakat bu satirin sonuna nokta koymasini unuttum.
Vakit ögleye yakindi. Safakla beraber çalkalanmaga basliyan lodos, agir bulutlarin üstüne bosanmasiyla durulmustu. Çok geçmeden yagmur da dindi. Gökyüzünün karanligi yol yol yarildi. Agir perdeleri birdenbire düsen bir pencere gibi hava açildi.
Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmus bir hatira defterinde «Destan»imin sonuna koymasini unuttugum noktayi arayip dururken Süleymaniye’yi gördüm.
Açilan ögle günesinin altinda Sinan’in Süleymaniye’si bulutlara yaslanmis bir dag gibiydi.
Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arasi en asagi bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmisim gibi yakin görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çikintisina kadar ezbere, gözüm kapali bile görebilmege alistigim içindir.
Rüzgâr, deniz, endamli ince kemerleri üstünde nasil durabildigine sasilan eski bir tas köprü, «Çarsambayi sel aldi» türküsü, bir yagligin kenarindaki «oya», bütün bunlar nasil, ne kadar bir Cami degilse, bütün bunlarin Cami olmakla ne kadar alakalari yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami degildir; minarelerinde bes vakit ezan okunmasina ve hasirlarina alin ve diz sürülmesine ragmen Süleymaniye’nin de camilikle o kadar alakasi yoktur.
Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasinin; seriat ve softa karanligindan kurtulmus; hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan’in evi, maddenin ve aydinligin mabedidir. Ben ne zaman Sinan’in Süleymaniye’sini hatirlasam Türk emekçisinin yaraticiligina olan inancim artar. Kendimi ferâha çikmis hissederim.
Iste bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdigim bir risalede unuttugumu sandigim son noktayi ararken Süleymaniye’mizi, biraz önce yagan yagmurla yikanmis, açan günesin altinda piril piril görünce aradigimi birdenbire buldum. Ferahladim. Buldugumu hatira defterimin son sayfalarinda okudum. Ve anladim ki «Simavne Kadisi Oglu Seyh Bedreddin Destani» isimli risaleme; belki on satirlik, belki on sayfalik bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.
***
Mevzuu bahis risalemin sonunda «AHMED’IN HIKÂYESI» diye bir fasil vardir. Buldugum ve hatira defterimde okudugum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duydugum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattiktan sonra onunla yapmis oldugum bir konusmadir.
Bu konusmayi oldugu gibi asagi geçiriyorum:
«Disarida çiseleyen yagmura, kogusun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanina Ahmed hikâyesini anlatip bitirmisti. Ben:
— Ahmed, demistim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.
Sesime tuhaf bir eda vererek söyledigim bu cümlenin içinde, Ahmed, «millî gurur» terkibini birdenbire bir kamçi gibi eline almis, onu suratimda saklatmis ve demisti ki:
— Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmis her milletin suurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi ayni zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! Iki kelimenin yan yana gelisi seni korkutmasin. Lenin’i hatirla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci oldugumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asirda beynelmilel proletaryanin, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»in 35’inci numarasinda ne yazmisti?
Eger Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkinda ne yazmisti?» demis olsaydi, herhalde aramizda böyle bir sorgunun cevabini verenler bulunurdu. Fakat «Sosyal-Demokrat»in 35’inci numarasi diye konulan mesele hepimizi sasirtti. Ve hiçbirimiz 35’inci numarada neler yazilmis oldugunu hatirliyamadik. Ahmed bu saskinligimiz karsisinda gülümsedi. — Zaten o en derin acidan en büyük sevince kadar bütün duygularini hep bu meshur gülümseyisiyle ifade eder — ve asagi yukari bütün Lenin külliyatinin ana fikirlerini sayfalari ve satirlariyla tasiyan hafizasindan bize su cümleleri okudu:
«… Biz suurlu Rus proleterleri millî suur duygusuna yabanci miyiz? Elbette hayir! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10’unu) suurlu bir demokrat ve sosyalist yasayisina yükseltebilmek için herkesten çok çalisan biziz. Çar cellâtlarinin, asilzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasil ezdiklerini, onu nasil sefil kildiklarini görmek herkesten çok bize istirap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Ruslarin muhitinde de karsi konulmus olmasi; bu muhitin Radisçev’i, Dekabristleri, 70 senelerinin inkilâpçilarini ortaya çikarmis bulunmasi; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle firkasi yaratmasi; ayni zamanda Rus mujiginin demokratlasarak büyük toprak sahiplerini ve papazlari defetmege baslamasi bizim gögsümüzü kabartir…
«… Biz millî gurur duygusuyla mesbuuz. Çünkü Rus milleti de inkikâpçi bir sinif yaratabildi. Rus milleti, de beseriyete yalniz büyük katliâmlarin, sira sira daragaçlarinin, sürgünlerin, büyük açliklarin, çarlara, pomesçiklere, kapitalistlere zilletle boyun egislerinin nümunelerini göstermekle kalmadi; hürriyet ve sosyalizm ugrunda büyük kavgalara girisebilmek istidadinda oldugunu da ispat etti.
«Biz millî gurur duygusuyla mesbuuz ve bilhassa bundan dolayi kendi esir mazimizden nefet ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomesçiklerle asilzadeler Macaristan’in, Lehistan’in, Iran’in, Çin’in hürriyetini bogmak için mujikleri muharebeye sürüklemislerdi. Biz millî gurur duygusuyla mesbuuz ve bilhassa bundan dolayi bugünkü esir halimizden; ayni pomesçiklerin kapitalistlerle uyusarak Lehistan ve Ukranya’yi ezmek, Iran’da ve Çin’deki demokratik hareketi bogmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof’lar, Bogrinski’ler, Puriskeviç’ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç kimse esir dogmus oldugundan dolayi kabahatli degildir. Fakat esaretini hakli bulan, onu yaldizlayan (meselâ Lehistan’in, Ukranya’nin v.s.’nin ezilmesine Ruslarin «vatan müdafaasi» adini veren) esir, yeryüzünün en asagilik mahlûkudur.»*
Lenin’den bu satirlari bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmus, nefes almis ve yine o meshur gülümseyisiyle:
— Evet, demisti, bizim muhitimiz de Bedreddin’i, Börklüce Mustafa’yi, Torlak Kemâl’i, onlarin bayragi altinda dövüsen Aydinli ve Deliormanli köylüleri yaratabildigi için, ben suurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10’u) Sakizli Rum gemiciyi ve Yahudi esnafini kardes bilen bir hareket dogurabilmistir. Çünkü unutmayin ki «baska milletleri ezen bir millet hür olamaz.»
«Simavne Kadisi Oglu Bedreddin Destani» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemistim. Bedreddin hareketinin dogus ve ölüsündeki sosyal-ekonomik sartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin’in materyalizmiyle Spinoza’nin materyalizmi arasinda bir mukayese yapayim, demistim. Olmadi. Buna karsilik risalemin zeyline kisa bir «sonsöz» yazdim. Söyle ki:
Bana Ahmed:
— Senden bir «Bedreddin destani» isteriz, demisti.
Ben, benden istenenin ancak bir karalamasini becerebildim. Daha iyisini de yapmaga çalisacagim. Fakat tipki benim gibi Ahmed’in dostu, arkadasi, kardesi oldugunu söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir.
Ahmed’e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalin ilim kitaplari, Karaburun ve Deliorman yigitlerini, etleri, kemikleri, kafalari ve yürekleriyle olduklari gibi diriltecek romanlar,
Ne ah edin dostlar, ne aglayin!
Dünü bugüne
bugünü yarina baglayin!
diyen siirler, boyalari kahraman tablolar lâzim.
(*) Lenin Külliyati, baski 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83’de (Ruslarin millî gururu) isimli makaleyle — ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»in 35’inci numarasinda çikmistir — Ahmed’in o gün bize hafizasindan okuyup derhal tercüme ettigi satirlari bilâhara karsilastirdim. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettigi parçalarin yalniz cümle kuruluslarinda bazi degisiklikler yapmis. Fikirde hiçbir hata olmadigi için ben Ahmed’in tercümesini aynen aldim.
Nazım Hikmet Ran